17 Ocak 2008

Altay Oktem'den

"Can Yücel’in hayatta ben en çok babamı sevdim şiirini ilk okuduğumda şaşırmıştım. O ak sakallı, her dem sarhoş, inatçı, uzlaşmaz, dev gibi adama baba sevgisini bir türlü yakıştıramadım. Çünkü isyan duygusu sonradan kazanılan bir erdem değil, doğuştan gelen bir zenginliktir. Hayatta en çok babasını seven Can Baba’nın o küçücük, tıfıl halini düşündüm. Muhakkak çarpık bacaklıydı, haylazdı, büyük ihtimalle o gür sakallar da yoktu yüzünde. Büyüyünce çıkmıştır.

Kendi çocukluğum geldi gözlerimin önüne. Evdeki perdeleri diklemesine kesen, mutfağı tutuşturan, her bulduğu ilacı divanın altında içen, inşaatlardan demir çalan, çöpçüyü bacağından bıçaklayan ve annesinin kafasına soba demirini vurup on beş gün yoğun bakımda Azrail’le cebelleşmesine neden olan bir çocuk, hayatta en çok babasını sevecek değildi herhalde. herhangi birini sevme ihtimali de düşüktü zaten.

Gerçi o yıllarda baba yürürlükte değildi. sevgi sıralamasına bir tek anne girebiliyordu, o da üçüncü sıradan. çünkü öğretmenler, o buruşuk yüzlü sistem bekçileri önce Allah, sonra Atatürk, sonra annem… diye bir nakarat ezberletmişlerdi biz çocuklara. bu nakaratı da söylemedim hiç. yalnızca sıralama bozuk olduğu için değil, sevginin sıralanamaz bir şey olduğunu bildiğim için…

sonra ne oldu? o çocuklar büyüdüler. birinci sırada allah’ı sayanlarla, birinci sırada atatürk’ü sayanlar birbirine girdi işte. danıştay arada kaldı. ne danıştay’ı ya, dilim sürçtü, anne arada kaldı, arada kaynadı hatta…

Biraz daha büyüyünce, diyelim Can Baba’nın şiirini üçüncü, dördüncü kez okuyacak olgunluğa erişince hadiseyi anladım. Adam babasını görmediği için sevmiş. Bir yerde o şehir senin, bu şehir benim dolaşıp duran bir maarif müfettişi, diğer yanda baba hasretiyle yanıp tutuşan bir çocuk. Tamam dedim, sevgiden çok özlem var burada.

Çünkü insan en yakınındakini değil, en uzağındakini sever. Hatta ulaşamadığını sever. İnsana en yakın olan kişi kendisidir. O yüzden kendisini kolay kolay sevemez, hatta bulduğu her fırsatta hırpalar... Babam hiçbir yere gitmediği, hep zebella gibi başımda durduğu için onu sevme ihtimalim olmadı. Kendimi sevdim mi peki? Hayır. Çünkü sevemeyeceğim kadar yakın bir mesafede duruyordum kendime. O yüzden çok hırpaladım kendimi. Hırpık olup çıktım sonunda!

Şimdi düşünüyorum, hatta başka babalara bakıyorum göz ucuyla; ne halt ettim ben diyorum… Keşke sevseymişim diyorum. keşke…

Akp edirne milletvekili de bir baba mesela. Onu seven oğlu yanlış park yapınca polis müdahale edebilir mi? Eder tabii. Sonra da paşa paşa açığa alınır. Sen benim babamın kim olduğunu biliyor musun cumhuriyeti burası. Yüksek mevkilerde dayım var şehri. Bir telefonla işini bitiririm kasabası…

Keşke sevseymişim dediğim babam askerdi. Bir gece, artık ne işimiz varsa o saatte, babamın birliğine gitmiştik. Nöbetçi tanımadı babamı, babam da parolayı bilmiyordu… Sivil giysiler içinde, ben bu birliğin komutanıyım dediyse de, asker kapıdan içeri almadı bizi. geri döndük. Ertesi gün babamın o askeri yanına çağırdığını, görevine bağlılığından dolayı kutladığını, sonra da askerliği bitene kadar yanından ayırmadığını, yani adama kebap bir askerlik yaptırdığını öğrendim.

Sel baskını ise ayrı bir macera. o zamanlar alemdağ şimdiki gibi değildi, dağdı sahiden. Kışın ortasında yolların sularla kaplandığı olurdu. Babam makam arabasının şoförüne gidelim demiş, su seviyesi yüksek değil, geçeriz. Asker inat etmiş yolda kalırız, geri dönelim diye. Yürü demiş babam, bana güven, eğer bu sudan geçemez de yolda kalırsak birliğe kadar seni sırtımda taşırım…

Yolda kalmışlar tabii. babam da almış eri sırtına, dört kilometre yürümüş öyle… Eri sırtında taşıyan bir albay olarak tarihe mi geçti peki? Hayır. bu olaydan bir süre sonra, bambaşka sebeplerle tayin edildi.

Sağ görüşlüydü babam. 12 eylül kıyametinde, daha on altı yaşındayken bir cemse dolusu askerle evimizi çepeçevre kuşatıp beni o meşhur 141, 142. maddelerden yargılamak üzere götürdüklerinde, birkaç saniyeliğine göz göze gelebilmiştik babamla. Daha birkaç gün önce duvarımdaki che posterini parçalayan babam, elini omzuma koydu, düşüncelerine katılmıyorum ama her zaman yanındayım, hiçbir şeyden korkma, inandığın şeyler için mücadele et dedi. Hayatta en çok seni sevemediğim için pişmanım baba. Iki arada bir derede söylediğin o sözler sayesinde aylarca ayakta kalabildim, işkencelere direnebildim.

Sonra, epey zayıflamış, avurtları çökmüş, iki büklüm yürüyen on altı yaşındaki bir çocuk olarak çıktım selimiye kışlası’nın kapısından. Karşıdaki duvarda oturan babamı gördüm. Benden daha fazla zayıflamıştı. Sarıldık birbirimize. Bugün beni bırakacaklarını nerden biliyordun da geldin, diye sordum. Bilmiyormuş. Aylardır oturuyormuş bu duvarın üstünde.

Bir kez bile sen benim babamın kim olduğunu biliyor musun cümlesini kurmadım hayatta. Kuramazdım zaten. Babam, babam olmaktan vazgeçerdi o anda. Ama inanmadığı düşünceler uğruna acı çeken oğlunu sonuna dek destekledi. O yüzden de düşüncelerimden dolayı başım belaya girdi hep. Trafik cezası yazmaya kalkan polislerle cebelleştiğim, ya da arkadaşlarımın tecavüz ettiği kızı kameraya çektiğim için hiç yargılanmadım.

Can Baba’yı daha iyi anlıyorum şimdi. Sadece Türkiye’nin Can Yücel’i olduğu için değil, hayatta en çok babasını sevdiği için de saygı duyuyorum ona.

Keşke Can Baba’nın tırnağı kadar olabilseydim de, hiç çekinmeden hayatta ben en çok babamı sevdim diyebilseydim… Keşke…".

1 yorum:

Salih dedi ki...

Ya Duygucum, insan biraz daha belli eder canim yazinin alinti oldugunu (yok yok ben körüm biraz). Çopçuyu akladigini, annenin kafasina soba demiri vurdugunu sandim, korktum bir an senden. :).